Zorlu, meşakkatli, fedakarlıklarla dolu mesleğimizde hastasının derdine merhem, sıkıntısına çare olmaya çalışırken hep kendini erteleyen, merhametli, vicdanlı, sabırlı, çalışkan, duyarlı meslektaşlarım. Mantığı kadar kalbiyle de değerlendirir hastasını. Ketum görüntüsünün altında her hastasının sızısını ayrı taşır. Bakmadığınız yerden bakar, görmediğinizi görür. Yaşatabilme ve yeniden hayat verme inancını derinden taşır. Disiplinlidir, güçlüdür, zoru başarma azmindedir, inatçıdır ama bir yandan kırılgan ve duygusaldır.
Klişe bir söz vardır; ‘Tıp fakültesinden arada bir doktor çıkar’ diye söyleyen ne kadar da haklıdır. Kimi zaman bir dans okulunda öğretmen, şair, yazar, ressamdır. Aralarında İbn_i Sina gibi felsefeyle tıbbi birleştirmiş, hastalarının sağaltımını sanat haline getirmiş sanatçı hekimler çıkar. Halkının Emperyalizme karşı vermiş olduğu özgürlük mücadelesine önderlik etmiş hekimler vardır Bolivya da Küba da…Kuvayı Milliye’nin kurucuları içinde yer almışlardır.
Yeminle başlanan tek meslektir. Hipokrat andı bize gösterir ki hekimlik tarihin en eski, dışa kapalı kardeşlik öğretilerinden biridir. Çünkü o anttır ki orada hocasını babası, onların çocuklarını evladı gibi görür ve mesleğin sırlarını bir tek onlara öğreteceğine yemin eder. Hekimlik öyle bir meslek ki gün gelmiş Tanrı mertebesine çıkarılmış, ‘Tanrı’nın eli’ denerek kutsallık atfedilmiş, gün gelmiş Hammurabi Kanunları’nda yazıldığı gibi eli kesilmiş, kralı iyileştiremediği için giyotine başı konulmuş, ağırlaştırılmış hapis cezalarına reva görülmüş, gün gelmiş uygulanan sağlık politikalarına kurban edilmiş, hakaret ve şiddete maruz kalmış, hatta hastasını iyileştirme gayretindeyken öldürülmüş bir meslek grubu. Bir başka meslek yoktur ki hem bu kadar yüceltilsin hem de taşıdığı riski bu kadar ağır bedellerle ödesin.
Bizim Kurtuluş savaşı destanımızın yiğitleridir. Çanakkale savaşları esnasında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi birinci sınıf öğrencilerinin tümü birden gönüllü, cephede savaşmış ve tüm sınıf şehit olmuştur. Bu nedenle 1921 yılında okul hiç mezun vermemiştir. 14 Mart, ilk olarak 1919 yılında Tıp Bayramı olarak kutlanmıştır. O dönem işgal altında olan İstanbul’da Tıbbiyeliler, Tıbbiye üçüncü sınıf öğrencisi Hikmet Baran önderliğinde İstanbul’un işgalini protesto ve şehit olan Tıbbiyelileri anmak için toplanmışlardır ve o anlamlı günden sonra 14 Mart günü Tıp Bayramı olarak kutlanmaya başlanmıştır…Tıbbiyeli yüreklidir, merttir, onurludur, vatanseverdir. Şimdilerde cephesiz savaşın içinde görünmeyen düşmana karşı, elinde etkin cephanesi olmadan canla başla mücadele veriyor yorulduğu halde dinlenemeden, yeterli desteği bulamadan, en sevdiklerinin varlığına doyamadan, yavrularını öpüp koklayamadan, Ana babasına sarılıp hasret gideremeden…Sağlık çalışanları pandemiden 10-14 kat daha fazla etkileniyor, yakınlarının yaklaşmaya korktukları hastaları iyi etmek adına uzun mesailer harcıyorlar ve virüs yüküne çok daha fazla maruz kalıyorlar. Yıllık izinlerini kullanamadılar, emeklilik ya da istifa haklarının önü kapatıldı uzun müddet ancak tüm bu özlük haklarını kullanma fırsatları olsaydı emin olun onlar görevden kaçmazlardı yine kendiliğinden canları pahasına cephenin en önüne atılırlardı. Tıpkı çoktan emekliliğini hak etmiş ama mesleğinden bir türlü kopamamış Dr. Soyer Şimşek, Dr. Doğan Yıldırım gibi. Peki bizler halk olarak onlar için ne yaptık üç gün balkonlarda sağlıkçılarımızı alkışladık hakkınız ödenmez dedik sonrasını unuttuk onların bizi yaşatmak için canlarından olduklarını unuttuk. Tedbirlere riayet etmedik, hasta olanlar hastalıklarını gizleyerek kalabalıklara karışıp sağlıklı insanların canlarını tehlikeye atmanın vicdani ve hukuki sorumluluğunu unuttular. Hastalığın verdiği çok boyutlu zararı birebir yaşarken dahi kurallara uymakta zorlandık. İşsiz kaldık, okullara gidemedik, sosyalleşemedik, psikolojimiz altüst oldu tüm bu sorunlardan kurtulmanın tek yolu maske, mesafe, hijyen kurallarına uyamadık; öldük, ölümlere sebep verdik. Ne zaman normalleşiriz diye soruyor dostlarım ne zaman norma uygun davranmaya başlarsak o zaman kaldığımız yerden devam edebiliriz en kestirme cevap.
Dr. Ruhsar Uçar
Sessiz Gemi…
“Artık demir almak günü gelmişse zamandan…
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol…
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol…
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli
Biçare gönüller! Ne giden son gemidir bu
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler
Bilmez ki giden sevgililer dönmeyecekler
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden
Birçok seneler geçti dönen yok seferinden…”
Yahya Kemal’e takıldı kalemimin ucu… İncecik, kısık, hüzünlü bir şarkı fonda. Babam çok sever Yahya Kemal’i… Henüz kalemim “Sevir’di” demelere alışmadı. Benim için babamla ilgili her şey geniş zaman. Her şey dün, şimdi ve yarın, zamansız. Babam, annem, abim ile 74 yıllık bir hikâyenin yolcularıydık.
Benim babamla tanışmam, Sivas’ta doğumumla başladı. Ancak benden önce babamın başarılarla ve ideallerle dolu bir çocukluk ve gençliği var. Babam, Kıbrıs’taki hayatından çok bahsetmese de sınıf arkadaşlarından edindiğim bilgiye göre çalışkan bir öğrenciymiş. Çapa Tıp Fakültesi’nden önce dedemin isteğini gerçekleştirmek amacıyla Ortadoğu Teknik Üniversitesi Makine Mühendisliği bölümüne kayıt yaptırmış. Ancak Ankara babamı bunaltmış, bölümü de sevmemiş. Bunun üzerine ailesinden gizli İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin sınavına girmiş ve kazanmış. Babam, İstanbul’u ve yeni bölümünü sevmiş.
Aşk…
Babam anneme çok âşık olmuş. Annem, İstanbul Üniversitesi Jeoloji Fakültesi’nde okurken, amfide sadece 5 kızlarmış. Babam anneme olan aşkından annemin olabildiğince tüm derslerine girer ve annemle vakit geçirmeye çalışırmış. Bir gün hoca ders anlatırken, amfideki gürültüden rahatsız olmuş ve babamı ayağa kaldırarak, soru sormuş. Babam da ders ile ilgili sorulan soruyu yanıtlamış. Bana bu hikâyeyi babam anlatmıştı. Ve “Annenle daha çok vakit geçirmek için annenle ders çalışıyordum.” demişti. Babam, sınıfın ve annemin kaldığı Vezneciler Kız Yurdu’nun değişmeyen “eniştesiydi”. Her akşam annemi yurduna bırakırmış. 5 sene süren nişanlılık dönemlerinde; sinemaya gitmeyi, sinema aralarında Beyaz Kelebekleri, Barış Manço’yu, Cem Karaca’yı dinlemeyi hep sevmişler. Babam romantik bir âşıkmış. Anneme mektuplar yazar, duygularını paylaşırmış. Sabahlara kadar Tülay’ın sesinden “İkimiz Bir Fidanın Güller Açan Dalıyız” şarkısını dinler, annemi düşünürmüş.
Sivas günleri…
Evlendikten kısa bir süre sonra abim dünyaya gelmiş. İhtisası bitirince, İstanbul’a yakın bir şehirde mecburi hizmetini yapma şansı varken, mesleğiyle ilgili daha çok tecrübe edineceğini düşünerek Sivas’a gitmişler. Sivas Sigorta Hastanesi’ndeki görevinde babam, hastanenin tek genel cerrahı olarak bir gece evde bir gece nöbette olacak şekilde çalışmış. 1977 yılında ben doğduktan sonra babamı 6 yaşına kadar çok az hatırlıyorum. Bu dönemde hep çok yoğun çalışmış. Babam, Sivas dönemini hep çok iyi anlatırdı. Mesleki anlamda zor ama doktor olarak kendisine çok olumlu katkılar sağladığından bahsederdi. Bir de o dönemlerdeki dostları babam için çok özeldi. 1982 yılında Mersin’e taşındık. Mersin’de de yoğun bir mesleki hayatı olsa da artık babamla daha çok birlikte olabiliyorduk.
Öğrendiklerim…
Babam pek çok çocuğun, Doğan Amcasıydı. Sevgi dolu ve öğretici, anlatıcı bir insandı. Hiç kimsenin sorusunu yanıtsız bırakmaz, dakikalarca sabırla anlatırdı. Her yaz arabayla uzun seyahatler yapardık. Babam bu yolculuklar boyunca geçtiğimiz bölgelerin coğrafi koşullarını, bitki örtüsünü anlatır, yol kenarındaki tarlalarda ne ekildiği konusunda bilgi verirdi. Doğayı çok severdi. Arabanın arkasında her zaman siyah doktor çantası bulunur, gittiğimiz her yerde mutlaka; parmağını kesen, ayağına deniz kestanesi batan, doktora ihtiyaç duyan birileri hep olurdu. Babam kimseyi kırmaz, “doktor her yerde doktordur” derdi. Yemeyi-içmeyi, anlatmayı ve dinlemeyi çok severdi. Kimseyi kırmaz ve yargılamazdı. Hep bilimden yanaydı. Çok planlı ve disiplinliydi. Her şeyi yazar, not tutardı. Hastaneden emekli olduktan sonra da hiç köşesine çekilmedi. Onun için hep yeni hayaller vardı. 60 yaşından sonra ders çalıştı, iş yeri hekimliği için sertifika aldı. Ofis programları öğrendi, sunum hazırladı. Toprağı, doğayı hep çok sevdi. Hayali bir bahçe almak ve dilediği gibi bahçeyle ilgilenmek, arkadaşlarına kendi elleri ile yemekler yapmaktı. Öyle de oldu. Keyifle aldığı bahçeye, çok sevdiği ağaçlarını ekti. Armut, elma, ceviz, defne ama en çok da zeytin dikti… Kıbrıs’tan özel olarak getirttiği enginara ise gözü gibi bakardı. Onun için enginar, molihiye, kolakas, gibi yöreye özgü yemekler Kıbrıs demekti, çocukluk demekti, uğruna savaştığı kökleri demekti. Tutkularından hiç vazgeçmedi.
Pazar sabahları kovboy filmi izlemeye bayılırdı. Babamla birlikte sinemaya giderdik. Bazen birlikte korkar, bazen birlikte ağlardık. Bazen evde dans eder, bazen sadece susardık. Çok severdi denizi. Yakın arkadaşı Mehmet Ali Meriç ve Doğan Akça resimlerini çok sever, her sergilerine mutlaka giderdi. Mehmet Ali Amca’nın babam ve annem için yaptığı fırtınalı deniz tablosu babam için çok kıymetliydi. Doğan Akça’nın babama hediye ettiği ve portakal toplayan köylüleri resmettiği tablosunu ise ayrı severdi. Terk-i diyar eden Mehmet Ali amcayı ve Doğan Akçayı evin her yerinde olan resimlerinde yaşatırdı. Babam için imkânsız yoktu, her şey gerçekleşebilirdi, her zaman sizi şaşırtabilirdi. İstanbul’da ev kuracağım zaman eşyalarım Mersin’den bana gelecekti. Mersin’de kalan arabamın İstanbul’a nasıl geleceği sorunu beni çok bunaltmıştı. Eşyalar büyük, çok büyük bir tırla İstanbul’a geldi. Tırı görünce çok şaşırdım. 2 odalı bir evin eşyasına göre çok büyük bir tır, kapının önünde duruyordu. Babam eşyalarla birlikte arabamı da tıra koyarak, bana yollamıştı. Babam işte, yine çözüm bulmuştu.
Doğayı çok severdi. Doğanın dilinden anlamak için kitaplar okur, araştırır, ziraat mühendisleri ile konuşurdu. Bahçesine köstebekler dadanmış, sebzelerini yiyorlardı. Köydeki arkadaşlarına ne yapması gerektiğini sormuş. Onlar ilaç dökmesini önermiş. Babam hayvanlara zarar vermek istemiyordu. Bir gün bana; “düşündüm, hayvanları öldürememen, varsın sebzelerin yarısını onlar yesin, yarısını da biz” demişti.
Mersin Pozcu Lions Kulübü’nün kurucu başkanlarından, Mersin Kıbrıs Türk Kültür Derneği kurucu başkanlarından, İçel Sanat Kulübü üyelerinden, 43 yıllık doktorluk hayatına binlerce ameliyat sığdıran, vatanı için okulunu yarıda bırakıp savaşmaya giden, pek çok insanın hayatına dokunan, çocukla çocuk olan, pamuk kalpli, hayalperest koca yürekli Dr. Doğan Yıldırım’ın çocuklarıyız biz.
Babamın kaleminden:
1 Nisan 1946 yılında Kuzey Kıbrıs’ta Gönendere köyünde doğdum. Öğretmen anne babanın tek çocuğuydum. İlk, orta, lise tahsilimi Kıbrıs’ta tamamladım. 1963 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine başladım. Bu arada Rumların Türklere karşı soykırım saldırıları başlamıştı. Eğitimime ara vererek 1964-1966 yılları arasında 21 ay “Gönüllü Mücahit” olarak Erenköy bölgesinde savaşa katıldım. 1966 yılında, İstanbul’a dönerek Çapa Tıp Fakültesi’ndeki eğitimimi sürdürdüm. 1976 yılında Genel Cerrahi Uzmanı oldum. 1976-1982 yılları arasında Sivas’ta görev yaptım. 1992 yılında emekli oldum. İşyeri hekimliği yaptım. Emine Yıldırım ile evliyim. Umud ve Simge isminde 2 çocuğum, Mısra ve Zeynep isminde 2 torunum var.
Babamla…
Babam kitap okumayı severdi. Bu dönemde aldığı ve halen sakladığı kitapları, artık bizlerle. Bana büyürken John Steinbeck “Gazap Üzümleri” ama özellikle Jack London kitaplarından ne kadar etkilendiğini sıklıkla anlatırdı. Üniversitedeyken o zamanlar Beyoğlu’nda bulunan “Ateş Dans Kursuna” yazılmış. Cha cha ve vals severdi ve yapardı. Ben vals yapmayı babamla öğrendim. Katıldığımız düğünlerde veya müzikli organizasyonlarda uygun müziklerde mutlaka vals yapardık. Caz müziği severdi. Louis Armstrong’u dinlemekten çok keyif alırdı. İlk gençlik yıllarımdan itibaren birlikte dinlerdik. Zamanında Elvis Presley’den ne kadar etkilendiğini hep söylerdi. Babamla uzun sohbetler yapmayı, dansın ve müziğin büyülü dünyasını öğrendim.
Simge Yıldırım Yurğa
Dr. Doğan Yıldırım’ın Kızı